Şehrin Kutsal Kaosu

Okuduğum bir kitapta şöyle geçiyordu; “Mimarların tek özlemi bize hazırladıkları kaderden kaçıp kırda yaşamaya gitmektir.”(Albert Caraco) Bu sözler aydınlanma geleneğinin takipçisi modern üsluplu klasik bir yazara aitti. Yıllar boyunca intihar etmek istemesine rağmen ailesi üzülür diye gerçekleştirmeyecek kadar naif bir yazara.. Babasının ölümünden birkaç saat sonra intihar etmişti. Ben de en az onun kadar nihilist ve karamsardım bu kitabı okuduğumda. Fakat naif değildim. Mimarlık öğrencisiydim ve mezuniyete az bir zaman kalmıştı.. Bir kaç saniye durdum ve ne kadar doğru olduğunu düşündüm. Bu sadece benim için mi bu kadar doğruydu yoksa tüm mimarlar için mi yoksa tüm insanlık için mi? Ne istediğimizin ve gerçekte neye ihtiyacımızın olduğunun ne kadar farkındaydık? Aynı yazar şehirleri; “her biri uğultunun ve leş kokunun kesiştiği kavşaklar” olarak tanımlamıştı.. Kaos! Her biri mimari mekanı “biricik” kavramından bu denli uzaklaştıran bulunduğu yere ait olmayan, özgün olmayan binalardan oluşan şehirdeki bu betonlaşmış ve distopik dünyaya insanları biz mimarlar mı hapsediyorduk? Yoksa bunu tüm içtenlikleri ile onlar mı istiyordu? Yoksa bunu istemelerine sebep olan sistemin çirkin oyununun bir parçası mı olmuşlardı? Hepsi birbirinin aynısı olan kişiye özel olmayan biricik olmayan robotlaşmış daireler ve o dairelerin içindeki robotlaşmış hayatlar.. Ve bunu kutsallaştıran insanlar.. Bu insanların tek hayalinin ruhlarını bu dairelerin içine hapsetmek olmasını bir türlü aklım almıyordu. Mimarların bir suçu yoktu. Bu dünya bizimdi. Bu topraklar bizimdi. Bu hava bizimdi. Ve onlar pencerelerini bile açamadıkları plazalarda çalışıp, o havayı içlerine çekemeden hepsi birbirinin aynısı ya da simetriği olan evlerine dönüyorlardı ve ayakları toprağa basmıyordu bile.. Beni bir gün anlayacaklardı ama hangi gün? Artık kıyı şehirlerinden Ankara’ya gelip de “Ankara çok gri” diyenlere öfkelenme hakkımız yoktu. Bu griliğin sebebi Ankara’nın kıyı şehri olmaması değildi. Mesela “Kumrular” gibi ağaçları göğe bakan çok güzel bir sokağa sahipti Ankara.. Ama bu kentte yaşayan kimsenin gözleri, bunu görmüyordu artık. Biz mimarlar elbette bundan fazlasını görüyoruz ve zihnimizdeki mimarlık kavramı bunlardan çok farklı. Çam ormanlarını yakıp hiç ait olmadıkları yerlere binalar dikmek değil. Bulunduğu yere ait olan bir yapı ve kişiye özel bir hayat tasarlamak, yaşam tasarlamak.. Sanki kişinin üzerine dikilmiş bir kıyafet gibi.. Ama insanlar kendilerine özel olanı istemiyorlar. “X” sitesindeki “Y” bloğunda bulunan diğer 139 kişiyle aynı daireyi paylaşmak aynı mutfak dolaplarını kullanmak aynı banyo fayanslarını seyretmek istiyorlar.
Ve biz mimarlar.. “Binalarımızı hiç olmadığı kadar ölümün gölgesine inşa ediyoruz.” ve “Delilik artık elli katlı konutlarımızın altında kuluçkaya yatıyor.” (Albert Caraco, Kaos’un Kutsal Kitabı)